top of page
  • Emre Akaltın

Evimizi Nasıl Yaktık?


Ferdi Çetin, yayımlanan ilk kitabı Evimizi Böyle Yaktım’daki öykülerinde çok alışıldık olmayan bir anlatımı güçlü bir biçeme yaslayarak okuyucusuna sundu. Kitaptaki öyküler, insanın herkes ve hiç kimse olduğu, her şey kadar 'nesne' olduğu bir karnaval yaratıyor. Karnaval diyorum, çünkü bu kitapta odaklanılması gereken kimlikler ya da kişiler değil. Hatta bazen eyleyen hayvanlar olurken insanların edilgen bırakıldıklarına şahit oluyor okuyucu. Öykülerde öne çıkan kişiler ya da olay olmayınca okuyucunun kurmayı beklediği özdeşleşim gerçekleşmiyor. Yazar da zaten bu özdeşleşimin olanaklarını ortadan kaldırarak 'evimize' farklı bir yerden bakmamızı sağlıyor. Karşımıza kişilerin sürekli olarak birbiriyle yer değiştirdiği bir kimliksizlik şöleni çıkıyor. Bu şölen insanın dünya üzerindeki yerini sorgulamaya açıyor.



Bir imge olarak insanın anlam dünyasındaki yerinin karmaşıklığını ve belirsizliğini vurgulayarak insanın ne olduğunu ya da ne olması gerektiğini söylemiyor bu öyküler. Daha çok, insanın ne olmayabileceği üzerine düşünüyor ve olduğunu hep kabul ettiğimiz şeyler’in her an sorgulamaya açık olduğu bir zemin yaratıyor.

Yazar, dünyayı anlam çerçevesine yerleştirme çabası içindeki bir çocuğun kendini oyalamak için kurduğu hayallerde olduğu gibi imgelerin birbirine geçtiği oyunlu bir evren yaratıyor. Bu evrende çocuk kibriti çakabilir, ev yanabilir. Lakin evi yakmak bilinçlendirilebilir. Evimizi nasıl yaktığımızı itiraf edebileceğimiz bir noktaya gelebiliriz. Çetin, okuyucuyu okuma eyleminde çok daha etkin olmaya davet ederken belki üzerinde yaşadığımız dünya ile ilgili olarak da etkin bir düşünmenin beraberinde gelmesini önemsiyor.

Çetin'in öyküleri, bir imge olarak insanın anlam dünyasındaki yerinin karmaşıklığını ve belirsizliğini vurgulayarak insanın ne olduğunu ya da ne olması gerektiğini söylemiyor. Daha çok, insanın ne olmayabileceği üzerine düşünüyor ve olduğunu hep kabul ettiğimiz 'şeylerin' her an sorgulamaya açık olduğu bir zemin yaratıyor.

Modern anlatıda karşımıza bir kahraman çıkar, postmodern anlatıda ise hâlâ hayatlarını okuduğumuz kişiler vardır. Ferdi Çetin’in öykülerinde ise öne çıkarılan kişiler, onların geçmişi ya da geleceğe bağlanan şu anki halleri değil. Kişilerin yaşadıkları dahi sadece o an orada gerçekleşiyor, böylece olaylar da kişiler kadar uçucu bir hal alıyor. Olayların uçuculuğu ile kişilerin geçişkenliği anlatının yarattığı belirsizliğin güçlenmesini sağlıyor. Bu belirsizlik, okuyucunun alışageldiği nirengi noktalarını kırıyor ve anlatıda odaklanacağı başka şeylerin peşine düşmesini sağlıyor.


Çetin’in öykülerini okurken, okuyucuda bir olayın gerçekleşmesine dair bir beklenti ortaya çıkıyor, fakat bu beklenti tam olarak karşılanmıyor. Onun yerine, önceden pek de tahmin edemediğimiz bir akışa kapılıyoruz. Öykünün ancak son cümlesini okuduğumuzda beklentimiz doğrultusunda gerçekleşmeyen olayın genel olarak öykünün akışına hizmet ettiğini görüyoruz. Öykü, nihayetinde bir gerçekleşemeyişten yola çıkıyor ve kendini tekrar tekrar döngüsel olarak gerçekleştiriyor. Örneğin balkon öyküsünde bir çocuğun, balkonda ara vermeden namaz kılmakta olan annesiyle diyalog kurma, doğrusu cengiz’in kim olduğu ile ilgili bilgi alma çabasını görüyoruz. Anne umursamaz bir şekilde balkonda namaz kılmayı sürdürürken oğlan “sıcak havalar, balkonda namaz kılan annesi ve cengiz üzerine bir hikâye yazmak istiyor, fakat annesine ulaşması pek mümkün değil. Daha sonra cengiz geliyor; nasıl geldiği anlaşılmayan bir şekilde beliriyor. cengiz’in kim olduğunu bir türlü kavrayamıyor çocuk. cengiz daha sonra kendisini tanıtıyor. cengiz’in verdiği bilgiler de çocuğun cengiz’in kim olduğunu anlamasına yetmiyor. Nihayetinde öykü dönüp dolaşıp cengiz’de düğümleniyor. Bir yandan annesi de namazdan geliyor ve oğlana “dün gece düşümde seni gördüm, diyor, sıcak havalar, cengiz ve benim hakkımda bir hikâye yazıyordun, cengiz kim diye sorup durdun bana, bense hep namaz kıldım,diyor. Böylece zaman döngüselleşiyor. Yazılmakta olan öykünün de bir rüya olabileceği hissine kapılıyor okuyucu. Hiçbir öykü aslında tamamlanmış değil, hiçbir karakter aslında olması gerektiği yerde, olmasını beklediğimiz kesinlikte değil. Sonuçta öykü de zaten “oğlan diyor, sıcak havalar, cengiz ve balkonda namaz kılan annem üzerine bir hikâye yazacağım, cengiz kim olsun onu bulamıyorum,şeklinde sona eriyor. Böylece, öykünün tam olarak biz okurken yazılmakta olduğu, hatta öyküyü bizim yazıyor olduğumuz gibi bir algıya kapılmamız mümkün olabiliyor.

Öykülerde salt bir imge olarak mevcudiyet gösteren insanın bir yanılsamadan ibaret olduğu kanısına varabiliyor okuyucu. İnsanın yanılsama olduğu noktada da pek çok konuda yanıldığımız gerçeğine varmak mümkün.


İnsan kendine güvenli bir yer tesis etmek için bütün gezegeni yakmaya hazırdı. İnsanın dünya üzerindeki varlığı böyle başladı. Günümüzde geldiğimiz noktada ise insan artık güvenliğini tesis etmek amacıyla yakıp yıkmıyor, mal varlığının katlanarak artmasının teminatı için yakıyor gezegeni. Elbette bu noktada bahsi geçen 'insan' dünya nüfusunun küçük bir parçası. Ama her şekilde bu insanların yönettiği uluslararası şirketler gezegeni herkes için yaşanılması zor bir hale getiriyor. Başkasına, 'ötekine' hükmedebilmek, onları kontrol edip sömürebilmek adına egemen düşünüş biçimleri varlıklarını sürdürüyorlar. Bu düşünüş biçimlerinin en büyük etki alanına sahip olanı muhtemelen Avrupalı, beyaz, heteroseksüel, omnivor, fiziksel olarak eksiksiz, sağlıklı ve erkek olanın kendini ahlaki olarak üstün, haklı ve yönetmeye doğal bir hakkı varmış gibi görmesi. Bu stereotip yüzyıllarca semavi dinlerden gücünü buldu ve Rönesans’ın, Batı Aydınlanması’nın, Sanayi Devrimi’nin temellerinin atılmasında önemli bir anlayış olarak yer aldı. Buradan yeterli kültürel ve maddi sermayesini oluşturduktan sonra kolonizasyon biçim değiştirse de her daim varlığını sürdürdü, sürdürüyor.


Ama daha ilginç olan, bu anlayışın yalnızca makro ölçekte tezahür etmiyor oluşu. Mahallemizde komşumuza karşı da benzer temellerden ahlaki üstünlük kurabiliyoruz ya da bizim gibi olmayanların bize yakın yaşamasından rahatsızlık duyabiliyoruz. Ayrıca, 'erkekinsanın' kabulünü içselleştirmek için bu stereotipik özelliklere sahip olmak gerekmiyor. Öteki olan, dışlanan, sömürülen ve haksız bulunanların da bu anlayışı destekleyici kalıp yargıları var. Belki de birlikte yaşamanın önündeki en büyük engellerden biri bu anlayışın sürekli pekiştiriliyor olması. Söz konusu anlayışın hiçbir sorgulamaya tabi tutulmadan kabul edilmesi bana bunun insanlara neredeyse içkin bir şekilde dünyadaki varlığını sürdüren bir mitos olduğunu düşündürtüyor. İşte yanılgımız da belki tam olarak bu. Her an her şeyin değişmekte olduğu bir akış sürüyor evrende. Sahip olduğumuz kimlikler, kendimizi tanımlama biçimlerimiz bizden farklı olana karşı ‘haklı' ve doğru olduğumuzu göstermek için değil. Özellikle de paylaştığımız bir ev ise bu gezegen. Bu noktada, bildiğimiz insan türünü ve bu insandan kast edilen ağırlıklı anlayışı, yukarıda da bahsetmiş olduğum Avrupalı, beyaz, heteroseksüel erkeğin üstünlüğünü ve insanın gezegendeki diğer canlılar üzerindeki tahakkümünü tartışmaya açan etik ve ontoloji alanlarında güncel olarak çalışılan insan sonrasının kuramcılarından felsefeci Rosi Braidotti’den bir alıntı yapmak istiyorum: "Yaşamsal materyalizmin bir kolu olan insan sonrası kuramı, insanmerkezciliğin kibrine ve insanın aşkın bir kategori olarak ‘istisna addedilmesine’ karşı çıkar. Bunun yerine zoe’nin veya insan olmayan vasıflarıyla yaşamın üretken ve içkin kuvvetiyle ittifak içerisindedir. Bu da eleştirel düşünmeyi bir kenara bırakalım, düşünmenin bile ne anlama geldiğine dair ortak anlayışımızın değişmesini gerektirir." Bu ifade gerçekten kapsayıcı bir canlılık anlayışını vurguluyor. İnsanın kendini üstün tutmasının pek çok farklı yönünün olduğunu ve bunlara biraz kafa yorarsak düşünmenin dahi ne demek olduğundan emin olmadığımızı fark ettiğimiz bir yere gideceğimizi gösteriyor. İşte bu gerçekten de bize yeni bir etik anlayışı geliştirmenin zorunlu olduğunu hatırlatıyor.

Yazarın öykülerde kullandığı biçemle ilgili birkaç şey söyleyecek olursam, diyaloglar dahil bütün anlatım birbirini ardına gelen cümleler halinde şiirselliği andırır şeklinde yazılmış. Fakat bu biçimsel anlamda şiirsellik, diğer bir deyişle öykülerin şiir biçiminde yazılmış olması biçemsel bir niyete hizmet ediyor. Bu şiirsel biçimle, diyalogların birbirine karıştığı, kimin neyi söylediği hakkında anlık şüpheler yaratan bir durum ortaya çıkıyor. Öykülerin tamamının adı küçük harfle başlıyor. Hatta yayınevi için uygun olsa Çetin kitabının adını da küçük harflerle yazardı gibime geliyor. Bu kapital olana, belirlenmiş ve Baş-lık olana karşı bir duruş olabilir. Bu tercih, aynı şekilde kitaptaki diğer belirsizlikleri de besliyor. ‘’Büyük şeyler’’ vaat etmiyor bu öyküler. Olduğu gibi olan dünyayı olmadığı gibi göstermiyor. Çoğunluğun dünyayı görme biçimine belki bir şekilde baş kaldırıyor ama bunu da naif bir şekilde yapıyor. Çünkü biliyor ki dünya artık bir authority dünyası değil. Herkesin kendi görme biçimleri, kendi anlatıları ve hikâyeleri var. Yazarın bir diğer önemli biçemsel tercihi, hiçbir öyküde nokta kullanmıyor oluşu. Öykülerdeki döngüsellikten, belirsizlikten ve emniyetsiz/tekinsiz olandan bahsetmiştim. Noktasızlık, bütün bu saydıklarımı besliyor. Biçimsel olarak da anlatıda bir akış yaratıyor. Bir söyleme nokta koymak, anlatı devam ediyor olsa bile ‘’bu böyle, buraya kadar her şey tamam mı?’’ demektir. Buna karşılık hiçbir cümlesinde nokta bulunmayan öykülerde her şey sınırsız bir akış halini alıyor ve geriye okuyucunun sürece olan eşliği kalıyor. Bu eşliğin yarattığı ise geleneksel ve modern yazında çok alışık olmadığımız bir deneyim oluyor.



Son olarak, evi içeriden ateşe vermek, insan olmaklığımızla beraber yürüyen bütün bu içimize işlemiş olan grandiyöz sanrılarımızı en açık haliyle görünür kılıyor diyebiliriz. Yazar, benimsediğimiz, sahiplendiğimiz evin, yücelttiğimiz kahramanların ve anlatıların hepsinin pamuk ipliğine bağlı olduğunu okuyucuya sağlam bir biçem/içerik tutarlılığıyla ve didaktik olmayan bir yolla gösteriyor.


Ferdi Çetin, kibritle oynamaktan çekinmeden tekinsiz olanın varlığını hep hissettirerek insani dayanaklarımızın kırılganlığını vurguladığı öykülerinde, içerisi-dışarısı, ev-sokak, gerçek-rüya, insan-hayvan gibi ayrımları silikleştiriyor. Evimizi içeriden yakarak nesnel bulduğumuz dünyaya daha farklı bakabileceğimiz yeni etik ve ontolojik anlayışlara kapı aralıyor.

 
  • Facebook
  • Instagram
bottom of page