top of page
  • Emre Akaltın

Yazmak: Bir Çaba

ya da

paranoyak bir Zerdüşt'le ne yapabiliriz?



Bir şeyi ifade etmenin çok farklı yolları vardır. Doğrudan söyleyebilirsiniz, ‘’sana kırıldım,’’ diyebilirsiniz; yahut bunu farklı şekillerde karşınızdakine gösterebilirsiniz. Mesela, ben bu yazıya başlarken oldukça içten bir şekilde kendimi ifade edecek olduğumu siz okuyucuya açıkça belirtmek istedim. Sonra, ben bunu açıkça belirtsem de yazının ortalarında bir yerlerde belki de daha en başında ‘’oldukça içten’’ olamadığımı görebileceğiniz aklıma geldi nedense. Bu durumda ne yapılır? Bir yazar için en güvenlisi hiç içtenlik sözü vermemektir. Ben o sözü şimdi vermiş mi oluyorum peki? Zemini kayganlaştırdım, siz karar verin.



Bu noktada niyet okumak gibi bir şey yapıyoruz hepimiz. İletişimde olduğumuz bir arkadaşımızın mesajından niyet okumakla bir yazarın eserinden yazarın niyetini okumak farklı şeyler yine de. Bu yazı, bir niyet okuma çalışması sayılabileceği gibi, asıl amacımı doğru anlatabilirsem bunun kendimce bir akıl yürütme ve itiraf olduğu anlaşılacaktır. Kendi okuma çabamın yetersiz kaldığı yerde bu yazıyı yazarak düşünmeye çalışıyorum.


Hüseyin Kıran, romanlarını, şiirlerini, öykülerini ve farklı anlatılarını keyifle okuduğum bir yazar. İlk kez Resul ile kendisiyle tanışmış ve eserlerini çok beğenmiştim. Kendimden çok fazla şey bulduğumu hissettiğim ve kullandığı dilden ele aldığı konuların düşünsel derinliğine kadar her şeyiyle benimsediğim, kendimden kıldığım sayılı yazarlardandır. Edebiyatın gerçekten incelik gerektirdiğini bana öğreten yazarlardan Kıran. Bu incelik, duyarlık gibi yüceltilen bir şey değil lakin. Bu incelik dile özen göstermekle ilgili daha çok. Sonuçta, yaşamımız ve dünyamız üzerine kafa yorar, belki –sıklıkla- belli sonuçlara varırız. Ama dünya görüşünü bütün bir geçmişten beslenerek kullandığın yazın diline biçimsel olarak aktarmak başka bir meziyet. Biçimsel olarak aktarmak, biçimle yansıtmak, biçimle desteklemek. Bir de biçemsel anlamda aktarım var ki, okumuş olduğum çağdaş yazarlarda bunu görmek beni yine oldukça hoşnut ediyor ve Kıran da anlatısını özgün bir biçeme aktarmayı başaranlardan. Biçemsel aktarım için de anlatıya hizmet edecek, onu derinleştirecek, ona yeni katmanlar ekleyip yeni kanallar açacak ‘’doğru’’ ve özgün sözcük seçimleri diyebiliriz. Biçem bir bakıma biçimi de kapsar aslında.


Hüseyin Kıran Yaşamak – Bir Çaba adlı son kitabında bir anlatı kurmuş. Kitap, evet, anlatı türünde. Kıran’ın bu kitabını okumadan önce de birkaç anlatısına çeşitli dergilerde denk gelmiştim. Birini oldukça güçlü bulmuştum. Nokta kullanmadan yazmıştı ve anlatı akıyordu. Bir tekinsiz tını eşliğinde çok değişik duygulara sevk ediyordu okuyucuyu. Düşünsel olarak çok katmanlı bir derinliği görebildiğiniz, yahut sezinleyebildiğiniz anlatılar bunlar. Dünya üzerine kafa yoran, kendi acısından yola çıkan ve bunu düşünsel olarak genişleterek işleyen anlatılar. Acı diyerek kast ettiğim şeyin üzüntü, kırılmışlık, melankoli ya da fiziksel acı olmadığını belirtmeliyim. Acı dediğim aslında ‘’duygulanım’’. Pathos. İnsanı motive eden bir şey olarak acı, harekete geçme potansiyeli. Yine Kıran’da önemli felsefi değinilere de rastlamak mümkün. Bir şekilde onun felsefi arka planını ve bunu kullanarak gösterdiği duruşu bana Maurice Blanchot'u çağrıştırıyor.


Hüseyin Kıran’ın Yaşamak – Bir Çabasında oldukça ilkel bir atmosfere gidiyoruz. Anlatıcı/anlatı kişisi doğanın içinde yalnız bir şekilde kendisine besin bulmak ve hayatta kalmak durumunda. Etrafta ona zarar verebilecek, onu öldürüp kendi besini haline getirebilecek başka hayvanlar var. Ama burada durmak gerekiyor. Yazar, bu hayvanları salt besin olarak görüyor. Ve besinleri ‘’yürümek, bir yere varmak o yerle tamamlanıp bir bütünün içinde var olmak (…)’’ için, yani yola devam edebilmek için bir ihtiyaç olarak ele alıyor. Anlatı kişisi bu yolculuğunda fazlasıyla güç durumlara düşüyor. Defalarca yaralanıyor. Besin bulamadığı için karınca dahi yemek zorunda kalıyor. Anlatı kişisi insanlardan, insanlarla iletişimden oldukça uzak bir noktada. Anlatının sonlarında insanlarla karşılaşmasına rağmen tek kelime etmiyor karşılaştığı insanlara. Anlatıyı biraz daha karanlık kılan nokta, anlatının insanlardan bir şekilde korunmaya çalışan bir anlatı kişisi ile kurulması. Adeta paranoyak bir kahramanla karşı karşıyayız.


Anlatının gelip kafamda dayandığı nokta insanlardan uzak bir anlatı kişisi kullanarak Hüseyin Kıran’ın neyi amaçlıyor olduğuydu. Anlatıda çok başarılı bir basite indirgeme olduğunu söyleyebiliriz. Neredeyse alegorik algılanabilecek sembolik bir anlatı. Yine de kesinlikle o kadar net değil bu durum. Sular pek çok yerde bulanıyor. Anlatı kişisi, sadece yürümek ve ''huzur bulacağı'', kimsenin artık kendisi ile temasa geçemeyeceği bir yere ulaşmak için yürümek istiyor. Yürümeyi sürdürmek için de önce besin daha sonra barınma gerekiyor. Ama bir de bakıyoruz ki barınma yürümeye –ilerlemeye- bir engel olarak karşımıza çıkmış. Hatta barınma söz konusu olunca insanlarla iletişime geçmek durumunda kalmışız ister istemez. Anlatının can alıcı bulduğum noktalarından biri, anlatıcının barınak olarak edindiği yeri dışarıdan gelecek tehditlere karşı nasıl savunabileceği üzerine sayfalarca kafa yormasıydı. Anlatının bu kısmında barınağı da kendi bedeni olarak gördüğünü gösteriyor anlatıcı. O bedeni –bahçeyi, evi- korumak durumundaydı. Ama hiçbir şekilde bunun başka biçimlerde, mesela istemli bir biçimde diğer insanlarla etkileşime girerek bir uzlaşı yaratarak yapma yanlısı değil anlatıcı. Ki zaten bahçeyi/bedenini korumakla ilgili kaygıları da paranoyak bir şekide iletişime kapalı ve tedirgin bir noktada. İnsandan kaçıyor, insan-ca olan her şeye bir başkaldırının anlatısının kurulmasına hizmet ediyor bu anlatı kişisi.


Burada artık bir çıkmaza giriyoruz biz okuyucular. Bir anlatıdan ne beklenir bilmiyorum ama ben bu anlatıda yazarın da kasıtlı olarak okuyucularıyla da bir bağlantı kurmadığını görüyorum. Yazar, insandan uzak bir anlatı kişisi yaratırken okuyucuyu da kendinden uzakta tutmayı seçmiş. Anlatının temaları ait olmak, yalnızlık, içgüdülerinin izinde hayatta kalma çabası. Bu hayatta kalma çabası ''diğer insanlar tarafından kirletilmeden, kendi bütünlüğünü koruyarak, doğru bildiğinin peşinde yürümeye devam edebilme çabası'' olarak sembolik olarak okunabilir belki de. Bir şekilde Nietzsche'nin Zerdüşt'ünü hatırlatıyorsa da Kıran'ın yarattığı anlatıdaki olsa olsa paranoyak bir Zerdüşt olabilir. ''Üst-biçemsel'' bir uygunluk mudur bu da yoksa? Emin değilim.


Sonuç olarak Hüseyin Kıran okuyucusuna seslenmeyerek, ona dokunmayarak, belki onu hiçe sayarak, ona tepeden bakarak bir anlatı kurmuş. Yaşamak - Bir Çaba; Resul'den ve Dağ Yolunda Karanlık Birikiyor'dan sonra beni şaşırtan ve ''yazarın biçemine bu da mı dahildir?'' diye sormamı sağlayan bir anlatı oldu.

 
  • Facebook
  • Instagram
bottom of page